Kabul edelim!
Bugün Türkiye’de neredeyse her genç, bir gün Avrupa’ya gitmeyi hayal ediyor. Kimisi eğitim, kimisi iş, kimisi sadece özgür yaşamak için. Herkesin dilinde aynı cümle: “Bir Avrupa’ya kapağı atabilsem…”
Peki biz neden hâlâ “Avrupalılaşamıyoruz”
Avrupa denilince aklımıza önce düzen geliyor: Temiz sokaklar, işleyen bir sistem, haklara saygı, güçlü bir hukuk… Sonra özgürlük geliyor: Düşüncesini söyleyebilen insanlar, kimseyi yargılamayan gözler, birey olmanın hazzı…
Ama işin en acı tarafı şu:
Avrupa dediğimiz şey, aslında insanlığa dair en temel erdemlerin sistemleşmiş hali. Yani birey hakkı, saygı, toplum bilinci, adalet duygusu ve eğitim. Bunları biz de biliyoruz ama hayatımıza geçiremiyoruz. Avrupa bir hayal olmamalıydı, çünkü bu değerler bizim de olmalıydı
Biz neden her gün sokakta yere çöp atanları, kamuda torpille iş bulanları, trafikte birbirine bağıranları izliyoruz?
Neden hâlâ “bize bir şey olmaz” rehavetiyle yaşıyoruz?
Neden başkasının hakkını gasp etmeyi akıllılık, sabırlı olmayı safdillik sanıyoruz?
Çünkü biz Avrupa’yı sadece göç etmek istediğimiz bir kıta olarak görüyoruz, bir yaşam felsefesi olarak değil. Onların yaşadığı hayatı kıskanıyoruz ama o hayatı var eden kültürü içselleştiremiyoruz.
Evet, Avrupa bir özentidir.
Ama kötü bir özentilik değil. İnsan onuruna yaraşır bir hayatın, adil bir sistemin, geleceği olan bir toplumun özlemidir bu.
Oysa biz kendi içimizde Avrupalılaşmadan, o kıtanın caddelerinde yürümek neyi değiştirir ki?
Uçağa binip vizesini aldığın an Avrupa’ya gitmiş olabilirsin.
Ama gerçekten Avrupalı olmak; hakka saygı duymak, kul hakkı yememek, farklıya tahammül göstermek, üretmek ve sorgulamakla olur.
“Yeryüzü tek bir ülke olsaydı, başkenti İstanbul olurdu.”
Napoléon Bonaparte
Ama biz önce kendi içimizde adaleti, saygıyı, özgürlüğü başkent yapmadıkça…
O ülkenin vatandaşı olamayacağız.
Şimdi bir aynaya bakalım: Avrupa’yı mı arıyoruz, yoksa aslında kaybettiğimiz kendimizi mi?